Kur'an ve Sünnet Işığında Müslüman Hanımlara Özel İslami Forum
بِسۡمِ ٱللهِ ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِيمِ


Essalamu Aleykum ve Rahmetullah ve Berekatu..

Bayan Kardeşlerimize Özel İslami paylaşım Sitemize Hoşgeldiniz..

Hayırlı Paylaşımlarda bulunmanız ve daha kaliteli Hizmetler için lütfen Üye olunuz..



En Nisa Forum ekibi..




Join the forum, it's quick and easy

Kur'an ve Sünnet Işığında Müslüman Hanımlara Özel İslami Forum
بِسۡمِ ٱللهِ ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِيمِ


Essalamu Aleykum ve Rahmetullah ve Berekatu..

Bayan Kardeşlerimize Özel İslami paylaşım Sitemize Hoşgeldiniz..

Hayırlı Paylaşımlarda bulunmanız ve daha kaliteli Hizmetler için lütfen Üye olunuz..



En Nisa Forum ekibi..


Kur'an ve Sünnet Işığında Müslüman Hanımlara Özel İslami Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
En son konular
» Kocası çoğu Zaman Namaz Kılmayan Bir Kadının Kocasıyla Olan Durumu Zinâ Sayılır Mı?
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyC.tesi Nis. 09, 2016 5:48 pm tarafından EN_NİSA

» selamun aleykum
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Eyl. 10, 2015 10:52 am tarafından EN_NİSA

» Soru kandillerde oruç tutuyorum.......?
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPtsi Haz. 15, 2015 1:26 am tarafından EN_NİSA

»  Kadir Gecesinin Fazileti
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyCuma Haz. 12, 2015 5:52 pm tarafından EN_NİSA

» Yolcunun Oruç Tutmamasının Caizliği
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyCuma Haz. 12, 2015 9:13 am tarafından EN_NİSA

» Ölünün Oruç Borcunu Velisinin Kaza Etmesi
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyCuma Haz. 12, 2015 8:52 am tarafından EN_NİSA

» Ramazan Borcunun Kazası
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyCuma Haz. 12, 2015 8:48 am tarafından EN_NİSA

» Oruçlunun Tedavi İçin Hacamat Yaptırması
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyCuma Haz. 12, 2015 8:34 am tarafından EN_NİSA

» Oruçlunun Cünüp Olarak Sabahlaması
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:34 am tarafından EN_NİSA

» Orucu unutarak bozan kimse ne yapmalıdır?
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:25 am tarafından EN_NİSA

» İftarda Acele Etmenin Fazileti
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:16 am tarafından EN_NİSA

» Sahur Yemenin ve Onu Geciktirmenin Fazileti
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:14 am tarafından EN_NİSA

» Oruçlu Ne Zaman İftar Eder
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:10 am tarafından EN_NİSA

» Oruca Ne Zaman Başlanacağı
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:05 am tarafından EN_NİSA

»  Ramazan Hilalinin Görülmesiyle Oruca Başlanır Şevval Hilalinin Görülmesiyle Bayram Yapılır
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 9:59 am tarafından EN_NİSA


İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler

Aşağa gitmek

İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler Empty İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler

Mesaj tarafından NUR_UL HAK Cuma Nis. 27, 2012 11:51 am

İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler


İlk Müslüman:
Hz. Hatice

Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.), Hira’daki
ulvî mazhariyetle İlâhî memuriyetini idrak etmiş ve kudsî risalet vazifesini
yüklenmişti. Ancak bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları yerine
getirmek lazım geliyordu. Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay
olmayacağı kendisince muhakkak bilinen bir husustu.

O anda, Efendimiz tek
başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer alıyordu. Ve o, umum dünyaya
Allah’tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hâdise olarak
görülemezdi.

Allah Resûlü, dünyalar durdukça insanlığa nûr ve şeref olan
vazifesine nereden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi
hesaplıyordu.

Durumu evvela en yakını bulunan hanımı Hazret-i Hatice’ye
anlattı. Hazreti-i Hatice, ona tereddütsüz sadakat elini uzattı ve ilk Müslüman
olma şerefine kavuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan sonra, Hazret-i
Hatice’ye, Cebrâil’den (a.s.) öğrendiği şekilde abdest aldırdı ve yine
Cebrâil’den öğrendiği sûrette imam olarak şerefli zevcisine iki rek’at namaz
kıldırdı.

Efendimizin kıldırdığı bu iki rek’at namaz,1 imam olarak
kıldığı ilk namazdır ve bir pazartesi gününün sonuna doğru
kılınmıştır.2

* * *



Hz. Ali'nin Müslüman Oluşu


Hazret-i Hatice’nin terddütsüz îmân edip Müslüman olması, Resûl-i
Ekrem Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de arttırdı. Artık
yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.

Peygamber
Efendimizin, İslâma dâvet ettiği ikinci insan, yine en yakınlarından biri olan
Hazret-i Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi altında
bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve
ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.

Birgün Resûl-i Ekrem Efendimizi
Hazret-i Hatice ile namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince,
“Nedir bu?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “Ey Ali, bu Allah’ın seçtiği,
beğendiği dindir. Ben seni bir olan Allah’a îmân etmeye davet eder, insana ne
faydası, ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzza’ya tapmaktan sakındırırım”
dedi.

Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek
bir an durakladı. Sonra şöyle dedi:

“Benim şimdiye kadar görmediğim,
işitmediğim birşey bu. Babam Ebû Talib’e danışmadan birşey
diyemem.”

Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz da’vasını açıkça ilân
etme emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi ikaz etti:

“Ey Ali!”
dedi. “Eğer söylediklerimi yaparsan yap. Yok eğer yapmayacak olursan, gördüğünü
ve işittiğini gizli tut. Kimseye birşey söyleme!”1

Hazret-i Ali, bu ikaz
üzerine sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi düşünerek geçirdi. Şafak
aydınlığı ile birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Resûlullahın huzuruna giderek,
“Allah, beni yaratırken Ebû Talib’e sormadı ki, ben de Ona ibâdet etmek için
gidip kendisine danışayım,” dedi ve Müslüman oldu.

Müslüman olan ilk
çocuk şerefini kazanan Hazret-i Ali, o sırada on yaşında
bulunuyordu.1

Tedbir, her zaman güzel bir harekettir. Ama bir davanın
yeni yeni yayılmaya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte Allah Resûlü,
Hazret-i Ali’ye gördüklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve
duyurmama ikazında bulunmakla kâinatta da câri olan tedbir, tedric ve hikmet
kanununa riâyet ederek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten tedbire
başvurma, zaman ve mekânın şartlarını gözönünde bulundurarak dâvasını yayma
Allah Resûlünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.

Îmân safında
yer almada, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali’yi, Resûl-i Ekremin evlatlık
edindiği Zeyd bin Hârise (r.a.) takip etti.

Müslüman olduktan sonra,
Hazret-i Ali ile Hazret-i Zeyd’in, Nebiyy-i Ekrem Efendimize gönülden
bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık, Efendimizden ayrılmıyor,
namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifâ ediyorlardı.

Hazret-i Ali,
zaman zaman Resûl-i Ekremle birlikte Kâbe’ye gider, orada namaz
kılarlardı.

Afif-i Kindî, alış veriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henüz
îmân etmediği bir zamanda Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken
görmüştü. Müslüman olduktan sonra, o hallerinden gıbta ile bahsederek şöyle
demiştir:

“Ben, o zaman imân edip de, onların dördüncüsü olmayı ne kadar
isterdim.”1

Peygamber Efendimiz, davasını henüz umuma açıklamamış
olmasına rağmen, müşrikler onların Kâbe’de namaz kılmalarından, yaptıkları
ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir
müddet sonra, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ile, namazlarını kırlarda,
vadilerde edâ etmeyi daha uygun buldular.

Annesi ile babası Hazret-i
Ali’nin peşinde

Resûl-i Ekremi bir gölge gibi takip edip, yalnız
bırakmayan Hazret-i Ali’nin bu hali, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep
oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâtun fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, “Dikkat
et, oğlun Muhammed’le çok dolaşıyormuş, sakın ona birşeyler olmasın”
dedi.

Ebû Talib anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber
Efendimizden öğrenmek istedi. Bunun için birgün Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz.
Ali’nin arkalarından gitti. Onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken buldu.
Fahr-i Kâinat’a, “Ey kardeşimin oğlu!” dedi. “Bu din, ne
dindir?”

Peygamber Efendimiz, “Ey amca! Doğru yola dâvet edeceklerimin ve
bu dâvete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha
lâyıksın! Putlara tapmaktan vazgeç ve bir Allah’a îmân et” diye teklifte
bulundu.

Bir an düşünceye dalan Ebû Talib, sonunda şöyle
dedi:

“Ben, eski dinimden ayrılamam. Fakat, sen üzerinde bulunduğun dinde
devam et! Allah’a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini
tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın birşeyi sana
eriştiremez” diye konuştu.

Sonra da oğlu Ali’ye döndü ve “Oğulcağızım!
Senin üzerinde bulunduğun bu din nedir?” diye sordu.

Hz. Ali,
“Babacığım,” dedi, “ben, Allah’a ve Onun Resûlüne îmân, onun Allah’tan
getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz
kıldım.”

Bunun üzerine Ebû Talib, “Ey oğlum! Amcan oğlunun dinine sana da
isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra dâvet eder. Ona itaat et!”1
diyerek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi. Sonra da
oradan uzaklaştı.

Eve dönen Ebû Talib’e, hanımı Fâtıma Hâtun telaş ve
şiddetle, “Nerede oğlun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte
namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?” diye
sordu.

Ebû Talib, “Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı
olmak, elbette herkesten çok ona düşer” diyerek telaş ve endişeye mahal
olmadığını ifâde etti. Sonra da, “Eğer nefsim, Abdülmüttalib’in dinini bırakmak
hususunda bana itâat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Çünkü, o
halîmdir, emîndir, tâhirdir”2 dedi.

* * *

Hz. Ebû Bekir
Müslümanların Safında

Hazret-i Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem
Efendimizin en yakın dostlarından biri idi. Samimi görüşür ve
konuşurlardı.

Onda da göze çarpan en mühim vasıf; Cahiliyye Devrinin
çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışlarıyla fıtratını bozmamış olması, ruh,
kalb ve aklını şirk inancı ile kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tüccardı.
Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş’in kan
davalarını halleden de oydu. Bir diğer mühim vasfı da; Kureyş âilelerinin soy
soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesi
idi.

Resûlullah Efendimiz, henüz açıktan dâvete başlamamıştı. Fakat yine
de dâvâsı kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından
duyulmuştu.

Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahetten henüz
dönmüştü. Başta Ebû Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri
kendisine “Hoş geldin” demek için evine vardılar.

Hz. Ebû Bekir, “Ben
Mekke’de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?” diye
sordu.

“Ey Ebû Bekir” dediler. “Büyük iş var! Ebû Talib’in yetimi
Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı. Biz de senin Yemen’den dönüşüne kadar
beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et.”

Hz.
Ebû Bekir, derhal Fahr-i Kâinatın evine vardı:

“Yâ Ebe’l-Kasım!
Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini
kötüleyip, inkâr ettiğin doğru mu?” diye sordu.

Resûl-i Zişan Efendimiz,
küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir’in bu sözlerine önce
tebessüm buyurdu. Sonra da, “Yâ Ebâ Bekir! Ben sana ve bütün insanlara
gönderilmiş Allah’ın Resûlüyüm. İnsanları bir tek olan Allah’a dâvet ediyorum.
Sen de şehâdet getir” dedi.

Hz. Ebû Bekir’in akıl ve gönül âleminde bir
anda şimşekler çaktı. Bu sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını
candan seven ve sayan ve o âna kadar mübârek dudaklarından hilâf-ı hakikat tek
bir söz işitmeyen Muhammedü’l Emînden (a.s.m) duyuyordu. Hiçbir tereddüt emâresi
göstermeden derhal kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu.1

İslâma
davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini Resûlullah Efendimiz onun
için bir fazilet sayarak şöyle buyurmuştur:

“Ebû Bekir’den başka imâna
davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tereddüt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat
o, kendisine İslâmı anlattığım zaman ne durakladı ve ne de tereddüt
etti.”2

Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması
fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivâyet
şöyle:

“Nebiyy-i Ekremi iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir’in Müslüman
olmasından daha çok sevindiren bir başka hâdise olmamıştır.”

İslâmla
şereflenen Hz. Ebû Bekir’in daha evvel gördüğü bir rü’yâsı da böylece
gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke’ye indiğini, sonra bölünerek şehrin
evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini
görmüştü.

Bu rüyâsını o zaman ehl-i kitaptan bazı âlimlere anlatmıştı.
Onlar, gelmesi beklenen paygamberin pek yakında Mekke’den çıkacağını, kendisinin
de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını söylemişlerdi.1

Hazret-i
Ebû Bekir, Müslümanlığını izhâr etmekten de çekinmedi.

Müslüman olması
Kureyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü o, Kureyş içinde itibarlı,
sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da
onu kavmine sevdirmişti.

Hazret-i Ebû Bekir, Müslüman olan hür erkeklerin
ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Müslüman olmasıyla, îmân halkası biraz daha
genişledi, yollar biraz daha açıldı ve müstakîm caddede yürüyen bahtiyarlar daha
da arttı. Onun vasıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâl-i Habeşî ile, îmân ve İslâm
nîmetine erişen ve her biri âdetâ bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk
Müslümanlar şunlar oldu: Kadınlardan, Hazret-i Hatice, çocuklardan Hazret-i Ali,
hür erkeklerden Hazret-i Ebû Bekir, azadlı kölelerden Hazret-i Zeyd bin Hârise,
kölelerden Hazret-i Bilâl-i Habeşî (Radıyallahü Anhüm).

* *
*

Gizli Davetin Hız Kazanması

Hazret-i Ebû Bekir’in de
Müslüman olmasıyla îmân ve İslâma gizli davet daha da hız kazandı. İslâma girme
bahtiyarlığına erenler, yakınları ve akrabalarıyla da bu bahtiyarlığı paylaşmak
istiyorlardı. Onları şirkin ıztırabından, cahiliyyetin çirkin ahlâkından
kurtarmak için çırpınıyorlardı.

Bu konuda da Hazret-i Ebû Bekir’in önde
olduğunu görüyoruz. Onun vasıtasıyla gizli davet devresinde İslâmla
şareflenenlerden bir kaçı şunlardır: Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam,
Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talh bin Ubeydillah (r.
anhüm).1

Bu beş Sahabî de, sonradan Cennetle müjdelenen on Sahabî
arasında yer alacaklardır.

Müslüman erkekler listesine yeni yeni isimler
eklenirken, kadınlar arasında da İslâmın nûru günden güne yayılıyordu. İlk
Müslüman kadın Hazret-i Hatice’den sonra, henüz o sırada İslâm dâiresine
girmemiş buluan Resûlullahın amcası, Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fazl’ın, Hazret-i
Ebû Bekir’in kızı Esmâ’nın ve yine o sırada hidâyete kavuşmamış bulunan Hazret-i
Ömer’in kızkardeşi Fâtıma’nın, ilk Müslüman kadınlar arasında yer aldıklarını
görüyoruz.

Artık, İslâma davet iki kanaldan yürütülmektedir. Erkekler
erkekler arasında, kadınlar ise hemcinseleri içinde îmân ve İslâm nûrunu yaymaya
aşk ve şevk içinde devam etmektedirler. Ancak şunu da belirtelim ki, kadınların
îmân cazibesine kendilerini daha çabuk kaptırdıkları da dikkatleri çekiyordu.
Bunu, onların çabuk duygulanan ve derhal tesir altında kalan yaratılışları icabı
saymak mümkündür.

Bu arada müşrikler de boş durmuyorlardı. Hidâyet
güneşiyle gönüllerini aydınlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sözlü
hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hiç biri kâinatta en büyük
kuvvet olan Allah’a îmân hakikatını kalblerine nakşetmiş bulunan bu Saâdet
Asrının mes’ud insanlarını korkutamıyor, davâsından geri çeviremiyor, hatta en
ufak bir tereddüde düşüremiyordu. İnsanların tehdit ve korkutmaları; Allah’a
olan îmân ve Ondan korkmanın yanında, rüzgârın önünde bir toz, sel önünde bir
çöp gibi zâif ve dayanıksız kalıyordu.

* * *

Hz. Bilâl-i
Habeşî'nin İşkenceye Uğraması

Gizli davet devresinde İslâm ile
şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan
ilklerden biri de Bilâl-i Habeşî diye bilinen, Bilâl bin Rebah
Hazretleridir.

Hazret-i Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b.
Halef’in kölesi iken, Hazret-i Ebû Bekir vasıtasıyla İslâmla
şereflenmiştir.1

Bir anda gönlünü çepeçevre saran imân nûru, Hazret-i
Bilâl için hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Öyle ki, bir köle iken,
efendisini ve müşriklerin her türlü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak
Müslümanlığını açıkça ilân etmekten çekinmedi.

İmanın girmediği kalb
taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha
hissizdir. Böyle bir kalb ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet
aramak abestir. O insan, artık bu hâliyle mânen canavarlaşmıştır. Hatta
tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.

İşte İslâmın
diğer bütün amansız düşmanları gibi Ümeyye bin Halef de böyle bir kalb ve
vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i Bilâl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb
sahibinin kölesi idi.

Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. Bilâl’in
kendisini yaratan tek Allah’a îmân etmesi ve Onun gönderdiği Peygamberi Hazret-i
Muhammed’e sadâkat elini uzatması büyük suçtu!

Bunun için de o, en
amansız işkencelere tâbi tutuluyordu. Bazen yirmi dört saat aç, susuz
bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke’nin ücretle tutulan çocukları
tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.

Ümeyye bin Halef’in bütün bu
gayretleri boşunaydı. Hazret-i Bilâl bir kere îmân etmişti ve Allah’a teslim
olmuştu. Gönlü Resûlullahın muhabbetiyle gülşen olmuştu. Onun için, bu eziyet ve
işkenceler altında inim inim inlerken bile davasını müşriklerin yüzlerine
yüzlerine haykırmaktan geri durmuyordu:

“Ehad Ehad! Allah birdir! Allah
birdir!”

İnandığı İslâm davasından her türlü eziyete rağmen zerre kadar
taviz vermeyen Hazret-i Bilâl’i, bu sefer efendisi Ümeyye bin Halef, kavurucu
sıcaklar altında, sırtını, güneşin sıcaklığından ateş parçası haline gelmiş
kızgın taş ve kumlara sürttürüp yaktırır, ağzına güneşte kurumuş bir lokma et
verdikten sonra, göğsüne kocaman bir kaya parçası koydurur ve şöyle
derdi:

“Andolsun ki; sen ölmedikçe, yahud Muhammed’i ve Onun dinini inkâr
ve reddederek Lât’a Uzzâ’ya tapmadıkça bu azabı üzerinden eksik
etmeyeceğim!”

Fakat, vücudunun bütün zerreleriyle âdeta bir îmân abidesi
kesilmiş olan Hazret-i Bilâl, ölümü göze alarak şöyle haykırırdı:

“Ben,
Lât ve Uzzâ’yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir!”1

Bu sözleri
duyan Ümeyye bin Hâlef bütün bütün çileden çıkar, Hazret-i Bilâl’in işkencesini
bayılıp kendinden geçinceye kadar arttırırdı. Sonra da çekip giderdi. Hazret-i
Bilâl nice sonra kendine gelirdi.

Hazret-i Bilâl’in, bütün bu dayanılmaz
eziyetlere, bu çekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve
azametli îmânıydı. İman, evet, kâinatı kabza-i tararrufunda tutan Cenâb-ı Hakka
îmân, Onun sonsuz kudretine i’timad, insan için sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad
noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla âdeta, “Îmân hem nurdur, hem kuvvettir.
Hakiki îmânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” hakikatını bütün dünyaya
ilân ediyordu.

Yine bir gün, Ümeyye bin Halef’in onu işkenceden işkenceye
uğrattığı bir sırada, oradan geçen Hz. Ebû Bekir bu durumu gördü. Ümeyye’ye,
“Sen hiç Allah’tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence
edeceksin” dedi.

“Onun itikadını sen bozdun,” diye cevap verdi Ümeyye.
“Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar.”

Hz. Ebû Bekir, “Ey
Ümeyye,” dedi, “benim, senin dininden siyah bir kölem var. Bundan daha güçlü,
daha kuvvetlidir. Onu Bilâl’e karşılık sana vereyim, kabul eder misin?”
dedi.

Ümeyye, “Kabul ettim,” dedi. Sonra da gülerek, “Vallahi, kölenin
karısını da vermedikçe olmaz” diye konuştu.

Hz. Ebû Bekir, “Olur,”
dedi.

Ümeyye yine sinsi sinsi güldü ve “Vallahi, bana kölenin karısı ile
birlikte kızını da vermedikçe olmaz” dedi.

Hz. Ebû Bekir, bu teklife de,
“Olur” diye cevap verdi. Fakat, azılı müşrik Ümeyye, âdeta işi yokuşa sürmek
istiyormuşcasına davranıyordu. Bu sefer hâince gülüşler arasında şu istekte
bulundu:

“Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da üste vermedikçe
olmaz!”

Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir hiddetle, “Sen,” dedi,
“ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan söyleyip duruyorsun.”

Ümeyye bu sefer,
“Hayır,” dedi, “Lât’a, Uzzâ’ya and olsun ki, artık bunları bana verirsen,
dediğimi yapacağım.”

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Onların hepsi senin
olsun” dedi ve Hazret-i Bilâl’i bu zâlim adamın elinden
kurtardı.

Hazret-i Bilâl’i alan Ebû Bekir’e (r.a.) Peygamber Efendimiz,
“Yâ Ebâ Bekir,” dedi, “onun üzerinde bir hakkın olacak mı?”

Hz. Ebû
Bekir, “Hayır, yâ Resûlallah,” dedi. “Onu azâd ettim.”1

Hazret-i Bilâl’i
Ümeyye bin Hâlef gibi azılı bir müşrikin elinden kurtarıp hürriyetine kavuşturan
Hz. Ebû Bekir, bir müddet sonra onun gibi köle olan annesi Hamâme’yi de satın
alıp âzad etti.2

Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Resûlullah Efendimizin has
müezzini idi. Bir an olsun Onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i Kâinat’ın
dâr-ı bekâya irtihâlleri üzerine, Zatına ve yüksek ahlâkına olan muhabbetinden
dolayı Medine-i Münevveri’de kalmaya tahammül edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur
kaldı. Bu esnada Halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması için ısrar edince,
“Yâ Ebâ Bekir,” dedi. “Beni, kendin için satın aldınsa yanında tut! Yok eğer
Allah rızası için satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda cihada
katılayım.”

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine müsâade etti. O da
Şâm’a gitti. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında orada vukû bulan gazâlara
iştirâk etti.3

* * *



Hz. Osman Müslümanların Safında


Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka peygamberliğini ilân
etmemişti. Bu devrede de, Hz. Ebû Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle
samimi dostlarına İslâmiyeti anlatıyordu.

Birgün Hz. Osman’a da
Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna
getirdi.

Hazret-i Resûlullah, dâima tebessüm eden parlak bir simâya sahip
Hz. Osman’a, “Allah’ın ihsanı olan Cennete rağbet et. Ben, sana ve bütün
insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim!” dedi. Resûlullahın bu sâde, bu
samimi ve bu i’câzkâr sözleri karşısında Hz. Osman âdeta kendinden geçer gibi
oldu ve şehâdet kelimesi kendi kendine mübârek dudaklarından
döküldü:

Eşhedü en lâ İlâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah!”1

Sonra da daha önce Şam’dan dönerken gördüğü bir
rü’yâsını Kâinatın Efendisine anlattı:

“Yâ Resûlallah,” dedi. “Biz Muân
ile Zerkâ arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir münâdi: ’Ey uyuyanlar!
Uyanın! Ahmet (a.s.m.) Mekke’de zuhur etti!’ diye seslenmişti. Mekke’ye gelince
sizi işittik!”2

Yumuşak huylu, edeb ve hâyâ sahibi ve cömert bir zât olan
Hz. Osnan’ın da Müslümanlar safına katılması müşrikleri fazlasıyla tedirgin
etti. Kabilesi ferdleri ona ezâ ve cefâya yeltendiler. Fakat o, her türlü ezâ ve
cefâya göğüs gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhirâf
göstermedi.

Amcası Hakem bin Ebû’l-Âs, kendisini bir urganla bir direğe
bağlar ve döverek şöyle derdi:

“Sen, atalarının dinini bırakır da
sonradan çıkma bir dine özenirsin öyle mi? And olsun ki, tuttuğun bu dini
bırakıp, tekrar atalarının dinine dönmedikçe seni
salıvermeyeceğim.”

Metanet âbidesi Hz. Osman’ın cevabı şu
olurdu:

“Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla bırakmam!”

O,
günlerce bu cefâ ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre kadar
îmânından taviz vermedi. Onun bu metaneti ve büyüklüğü karşısında sonunda amcası
küçüldü ve onu salıvermekten başka çare bulamadı.1

Orta boylu, esmer
tenli, güzel yüzlü, sık sakallı, gür saçlı ve iri yapılı olan Hz. Osman,
fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İçki içmeyi Cahiliyye Devrinde kendisine
haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan
bahtiyarlardandı. Hafız-ı Kur’ân’dı. Geceleri, namazında bütün Kur’ân’ı
hatmederdi.

Cennetle müjdelenen on Sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı
zamanda Resûl-i Ekrem Efendimizin damadıdır. Önce Peygamberimizin kerimesi
Rukiyye’yi aldı. O, vefât edince, Resûlullah onu bu sefer kızı Ümmü Gülsüm ile
evlendirdi. Bu sebeple de “Zinnûreyn” lâkabını aldı.

* *
*



Talha bin Ubeydullah'ın Müslüman Oluşu

Hz.
Osman’ın İslâmın saâdet dolu sinesine konuşunu Hz. Talha bin Ubeydullah takip
etti.

Ticâret maksadıyla bir seyahâta çıkmıştı. Busra Panayırında
bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir Rahib, “Bu pazar halkı
içinde, Mekke’den kimse var mı?” diye seslendi.

Hazret-i Talha, “Evet,
ben Mekkeliyim” dedi.

Rahib, “Ahmed zuhur etti mi?” diye
sordu.

Hazret-i Talha, “Ahmed kim?” dedi.

Rahib, “Abdullah bin
Abdülmuttalib’in oğludur. Mekke, onun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin
sonuncusudur. Kendisi, Harem-i Şerif’ten çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak
bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır” cevabını verdi.

Rahibin bu
sözleri Talhâ’nın dikkatini çekmiş ve Mekke’ye gelir gelmez halka, “Yeni bir
haber var mı?” diye sordu.

“Evet,” dediler. “Abdullah’ın oğlu
Muhammedü’l-Emîn, peygamber olduğunu iddiâ etti. Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekir
de, ona tabi oldu!”

Bunun üzerine derhal Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı
ve, “Sen, Muhammed’e tâbi oldun mu?” diye sordu.

Hazret-i Ebû Bekir,
“Evet,” dedi. “Ben ona tâbi oldum. Sen de git, ona tabi ol! Zira o, insanları
hak ve gerçek olana dâvet ediyor.”

Hz. Talha da Rahibden duyduklarını Hz.
Ebû Bekir’e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resûlünün huzuruna geldiler.
Derhal Müslüman olan Hazret-i Talha, Rahibin söylediklerini anlatınca da
Peygamber Efendimiz gülümsedi.1

Müşrikler, Hazret-i Talha gibi faziletli
bir insanın Müslüman olmasına tahammül edemediler. Kureyş’in azılı
pehlivanlarından Nevfel bin Adviye onu bir ipe bağlayıp işkenceye
uğrattı.

Genç yaşta İslâmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennetle müjdelenen
on Sahabîden biridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun hakında, “Yeryüzünde yürüyen
bir şehide bakmak isteyen Talha’ya baksın” buyurmuşlardır.2

Son derece
cömert ve cesur bir Sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara
elini tutmuş ve bu yüzden parmakları çolak kalmıştı. Aynı harpte seksene yakın
yara aldığı halde, Resûlullahın yanından ayrılmamıştı.3

* *
*



Halid bin Said'in İslâma Girişi

İslâma gizli
davet devri henüz devam ediyordu.

Bu bırada Müslümanlar safına Kureyş’in
mümtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Halid bin Said. Hz. Halid, Kureyş’in ileri
gelen ve zengin bir âilesine mensuptu.

Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi
bilen Hz. Halid, bir gece rüyâsında; babasının kendisini tutup Cehenneme atmak
istediğini, fakat Resûlullahın yetişip kendisini Cehenneme düşmekten
kurtardığını gördü. Feryad ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyânın mânâsız
olamayacağını idrak eden Hz. Halid kendi kendine, “Vallahi, bu rüyâ gerçektir”
dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e koştu. Rüyâsını
anlattı.

Sıddık-ı Ekber, “Hakkında hayırlı olmasını dilerim,” dedi.
“Seni, o Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tabi ol! Sen, ona tâbi olacak,
İslâm dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rüyâda gördüğün
gibi Cehenneme düşmekten kurtaracaktır.”

Hz. Halid hemen Resûlullahın
yanına vardı ve “Yâ Muhammed! Sen, insanları neye dâvet ediyorsun?” diye
sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben,” dedi, “halkı, tek olan ve şeriki
bulunmayan Allah’a, Muhammed’in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna îmân etmeye;
işitmez, görmez, hiçbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da
tapınmayanları da bilmez birtakım taş parçalarına tapmaktan vazgeçmeye dâvet
ediyorum.”

Bu sözleri dikkat ve hürmetle dinleyen Hz. Halid derhal
şehâdet getirdi:

“Ben, şehâdet ederim ki, sen, Allah’ın
Resûlüsün!”1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu zâtın İslâm dairesine girmesine
fazlasıyla sevindi.

Hz. Halid, Müslüman olur olmaz, evinde ve etrafta da
İslâmiyetten bahsetmeye başladı. Bir müddet sonra zevcesi Ümeyne de Müslümanlar
safında yer aldı.

Oğlunun Müslüman olduğu haberini alan Kureyş’in
zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi.


Hz. Halid’in birgün, Mekke’nin tenha bir yerinde namaz kılmakta olduğunu
duydu. Diğer oğullarını gönderip onu yanına getirtti. Hiddetli hiddetli, “Sen,”
dedi, “Muhammed’in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği itikatlarla kavminin
ilâhlarını ve geçmiş atalarını kötülediğini görüp durduğun halde ona tâbi oldun,
öyle mi?”

Sonra, İslâmiyetten vazgeçmesi için bir sürü lâf etti. Ancak
gönlünü îmân nuruyla aydınlatan Hz. Halid’in zerre kadar tereddüdü yoktu ve asla
pişmanlık duymuyordu. Çatık kaşlarla bakan babasına şu cevabı
verdi:

“Vallahi, Muhammed (a.s.m.) hak söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölümü
göze alırım da onun dinini asla bırakmam.”

Bu sözlere fena halde kızan
Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dövdü.

Fakat nafile!
Sebât ve metanetin menbâı olan îmân, artık Hz. Halid’in kalbinde yer etmişti ve
o bu îmân nûru ile mutmain olmuştu. Ezâ, cefâ bu îmân karşısında zerre kadar
menfi tesir icrâ edemiyordu.

Dayağın kâr etmediğini gören zalim baba, bu
sefer, “Git,” dedi. “Senin iaşeni, rızkını keseceğim. İstediğin yere
git.”

Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Halid yine aldırmadı ve
“Ey babacığım,” dedi, “sen benim rızkımı kesersen, elbette Allah, bana
geçineceğim şeyi verir.”

Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev
halkına tehdidi ise şu oldu:

“Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu
perişan ederim.”

Hz. Halid, günlerce aç ve susuz
bırakıldı.1

İnancı uğrunda kendisine böylesine ezâ ve cefâyı revâ gören
babanın yanında kalmak artık mânâsızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden
kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına
görünmedi.2

Habeşistan’a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle
katılarak Mekke’den ayrıldı.

Hz. Halid, Cahiliyye Devrinde mükemmel yazı
yazan birkaç şahsiyetten biri idi. Rivâyete göre, Resûl-i Ekrem Efendimizin
Yemen hükümdarına verdiği Emannâme’nin metnini ve diğer bir çok anlaşma
metinlerini de Hz. Halid kaleme almıştır.3

* * *



Sa'd
bin Ebî Vakkas'ın İslâmiyetle Şereflenmesi

Sa’d bin Ebî Vakkas,
henüz on yedi yaşlarında hareket ve heyecan dolu bir gençti. Bu sırada bir rü’yâ
gördü: Zifirî bir karanlığın içinde iken, birden bire parlak bir ay doğuyor ve
o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd bin Hârise, Hz.
Ali ve Hz. Ebû Bekir’in önünden ilerlediğini görüyor. Kendilerine, “Siz ne vakit
buraya geldiniz?” diye soruyor.

Onlar da, “Şimdi” diye cevap
veriyorlar.1

Bu rü’yâsından üç gün sonra, İslâma gizli davet devresinde
fevkalâde büyük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebûbekir, kendisine İslâmiyetten
bahsetti. Sonra da alıp Resûl-i Zişan Efendimizin huzuruna götürdü. İslâmiyet
hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa’d hemen orada Müslüman
oldu.2

Nesebi, hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber
Efendimizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa’d da annesi tarafından
Zühreoğullarına mensub bulunduğundan Hz. Sa’d annesi tarafından Peygamberimizin
dayısı olurdu. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, “İşte dayım Sa’d. Böyle bir
dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek kendisine iltifâtta
bulunurdu.3

Hz. Sa’d ve Annesi

Hz. Sa’d’ın Müslüman olması
annesi Hamne’nin hoşuna gitmedi. Oğlu atalarının dinini bırakıp, yeni dine onun
rızası olmadan nasıl tâbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve
bağlılığını bilen Hamne, onu İslâmiyetten vazgeçirip tekrar putperestliğe
döndürmek için kararlıydı. Bir gün kendisine şöyle dedi:

“Allah’ın, sana
hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâimâ iyilik etmeyi emrettiğini
söyleyen sen değil misin?”

Hz. Sa’d, “Evet,” dedi.

Bunun üzerine
asıl maksadını şu cümlelerle ifâde etti:

“Yâ Sa’d,” dedi. “Vallahi, sen
Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk
oluncaya kadar ağzıma hiç bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili
olarak insanlarca ayıplanacaksın.”

O güne kadar, Hz. Sa’d, annesinin her
isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah’a îmân
etmiş ve Resûlüne kalbinin bütün samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette,
herşeyini bu îmân ölçüsü içinde değerlendirecekti.

Annesinin yememekte ve
içmemekte inad ettiğini görünce yanına vardı ve “Ey anne,” dedi. “Senin yüz
canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dinimde sabit
kalırım. Artık ister ye, ister yeme.”1

Bu cevap üzerine anne Hamne’nin
inadı, Hz. Sa’d’ın hakta sebâtı karşısında eridi; hem yemeğe, hem de içmeye
başladı. Böylece bir kere daha küfür îmânın, şirk Tevhid’in azameti karşısında
ezildi ve mağlubiyetini ilân etti.

Hz. Sa’d ile annesi arasında geçen bu
hâdise üzerine Cenâb-ı Hak, Ankebut Sûresinin 8. âyetini göndererek, mü’minlere
ebedî bir ölçü verdi:

“Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını
emrettik. Eğer onlar, ilâh olduğuna dâir hiçbir delil bulunmayan birşeyi Bana
ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz
Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.”1

Hamne, oğlunu
İslâmdan vazgeçirmek için bu sefer başka bir yol denedi. Bir gün Hz. Sa’d, evde
namaz kılarken, konu komşusunu da çağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu
evde hapsettiler. Ciğerpâresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini
katılaştırdığı Hamne, o sırada şöyle bağırıyordu:

“Ya o burada girdiği
yeni dini terkeder veya ölür gider!”

Şirk ve dalâletin kalbleri nasıl
karartıp merhamet ve şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin öz evlâdına
eziyet etmekten çekinmemesinden anlamamız mümkündür!

Hâdiseler, hep
Hamne’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Çünkü, İslâmiyetten vazgeçirmek için
çırpınıp durduğu Hz. Sa’d’ın peşini oğlu Amir de takib etmiş ve Müslüman
olmuştu...

Büs bütün hırçınlaşan Hamne, bu sefer Amir’in yakasına
yapıştı:

“Tuttuğun dini bırakmadıkça, şu hurma ağacının altında
gölgelenmeyecek ve yiyip içmeyeceğim!” dedi.

Allah’a îmânın ve Resûlüne
tâbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslâmın emirlerini ihlâs ve samimiyetle
yaşayan Hz. Sa’d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı:

“Ey
anne,” dedi. “Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın gölgeleneyim, yiyip
içeyim” deme.”2

Bu hârika îmân, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne
Hamne’nin elinden susmaktan başka bir şey gelmedi.

Hz. Sa’d’ın
Cesareti

Müslümanların, müşrikler tarafından işkence ve eziyet
cenderesine alındıkları en çetin bir sırada idi.

Hz. Sa’d, ilk
Müslümanlardan bir kaçı ile Mekke’nin Ebû Dübb Vadisinde namaz kılmakta idiler.
Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyan bir kaç müşrikle yanlarına geldi.
Yaptıkları ibâdetin asılsız bir şey olduğunu iddiâya kalkışınca, yaka paça
birbirlerine girdiler. Hz. Sa’d, eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile
müşriklerden birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler cesaretlerini
kaybettiler ve kaçmaya başladılar. Müslümanlar da onları vadiden çıkıncaya kadar
kovaladılar.

Böylece Hz. Sa’d, Allah yolunda ilk kan döken Sahabî
ünvânını almış oldu. İslâm tarihinde dökülen ilk kan budur.

Aynı zamanda
son derece cömert olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Cennetle müjdelenen on Sahabîden
biridir. Allah Resûlü zamanında bütün gazâlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i
Kâinata vücudunu siper etti ve müşriklere öylesine ok attı ki, Allah Resûlünün,
hiçbir fâniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:

“Anam babam, sana
fedâ olsun yâ Sa’d, durma at!”1

Hz. Ali der ki:

“Resûlullah
(a.s.m.), “Fedâke ebî ve ümmi”2 (Anam babam sana fedâ olsun) cümlesini sadece
Uhud günü Hz. Sa’d için söyledi.”3

Aynı muharebede, Hz. Sa’d, her ok
attıkça, Allah Resûlü, “İlâhi bu senin okundur,” diyor,” ve onun için şöyle duâ
ediyordu:

“Allah’ım! Sana, duâ ettiğinde, Sa’d’ın duâsını kabul et.
Atışını da doğrult.”1

Allah Resûlünün, “Allah’ım, onun duasını kabul et”
buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti
yanında duâsının kabûlüyle de şöhret bulmuştur. İslâm düşmanları onun kılıç ve
okundan korktukları gibi, Müslümanlar da bu sebeple onun duâ oklarından
korkarlardı. Onu üzmekten son derece çekinirlerdi.2

İslâma davetin henüz
gizli devresinde, ömrünün baharında Müslüman olan Hz. Sa’d, o genç yaşından
itibaren bütün ömrünü İslâma hizmette geçirdi. Hz. Ömer devrinde İran’a
gönderilen ordunun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferinin
kumandanlığını yürüterek Kisra Ülkesini fethedip İslâm topraklarına kattı. Bu
sebeple ona “İran Fatihi” ünvânı verildi.

* * *



Ebû
Zer-i Gıfarî'nin İslâmla Şereflenmesi

İslâmın ebedî nûru, gizliden
gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Müslümanlar
bütün samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenme
ve yaşamaya çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz, henüz davasını aşikâre
ilân etmemişti, ama buna rağmen, Mekke’nin dışında da bir çok yerden, beklenen
Son Peygamberin zuhur ettiğine dâir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de,
Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi.

Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de
putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın
güzîde şâirlerinden biri idi. Duyduğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın
Mekke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de
üstün bir şâir olan kardeşi Üneys’e, “Haydi, Mekke’de zuhur ettiği söylenen zâta
git. Kendisiyle bir görüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu
Mekke’ye gönderdi.

Üneys, kardeşinin bu ta’limatı üzerine Mekke’ye geldi
ve Peygamber Efendimizle görüşüp konuştuktan sonra geri döndü.

Ebû Zerr,
“Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne söylüyor?” diye sordu.

Üneys,
“Gördüğüm zât, halka iyilikte bulunmayı, kötülükten sakınmayı tavsiye ediyor ve
güzel ahlâkı duyuruyor” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam
etti:

“Halk, ‘Şâirdir, kâhindir, sâhirdir’ diyor. Ama ben, kâhinlerin
sözlerini işittim. Onun söyledikleri katiyyen kâhinlerin sözlerinden değildir.
Söylediklerini, şâirlerin de her türlü şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hiç
bir benzerlik görmedim. Onun söyledikleri şiirden başka, ap ayrı birşey. Bundan
sonra ona şâir demek kimsenin ağzına yakışmaz.

“Hülâsa, yeminle derim ki,
Muhammed (a.s.m.) sâdıktır. Ona çeşitli ithamlara yeltenenler ise kâziptir,
yalancıların tâ kendileridir.”1

Ebû Zerr, kardeşine, “Sen,” dedi, “beni
rahatlatıcı fazla bir mâlumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat,
görmeliyim.”

Üneys, onu ikaz etti:

“Gitmesine git, ama kendini
Mekke halkından kolla. Çünkü, onlar Muhammed’e karşı düşman cephesi
kurmuşlardır.”

Bundan sonra Ebû Zerr, eline asâsını, sırtına bir su
kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola düştü. Çölleri aşa aşa gelip Mekke’ye
kavuştu ve doğruca Kâbe’ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat tanımadığı için
bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun bulmadı. Çünkü,
kardeşinin de söylediği gibi Mekke’de Müslümanlarla müşrikler arasında şiddetli
bir mücadele vardı ve Müslümanlar çok nazik bir devreyi
yaşıyorlardı.

Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir çaresi yoktu. Öyle
yaptı. Açlığını ise Zemzem suyu içerek gideriyordu.

Bir aralık Hz. Ali,
onu Mescid-i Haramın bir köşesinde büzülmüş halde gördü. Yanından geçerken,
kendi kendine: “Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir” diye konuşunca, Ebû
Zerr, “Evet,” dedi, “uzak bir yoldan gelmişim.”

Hz. Ali, “Gel, evimize
gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli
davrandıklarından o geceyi birbirlerine açılmadan geçirdiler.

Sabah
olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak için Mescid-i Harama
gitti. Fakat, aynı şekilde hiç kimseden Efendimiz hakkında bir mâlumat
alamadı.

Yine aynı köşede ümitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali
uğradı tekrar kendi kendine: “Bu adamcağızın hâlâ nereye gideceğini öğrenmek
zamanı gelmedi mi?” dedi. Bunu duyan Ebû Zerr; “Hayır” dedi.

Bunun
üzerine Hz. Ali, aynı şekilde, “Haydi, öyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine
misafir götürdü.

Bu sefer birbirlerine açıldılar. Önce Hz. Ali, “Nereden
ve niçin geliyorsun?” diye sordu.

Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına söz
verirsen, sana anlatırım” dedi.

Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını
verince, Ebû Zerr asıl maksadını açıkladı:

“Ben Gıfar Kabilesindenim.
Buradan peygamberlik ilân eden bir zâtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat
onu görüp konuşayım diye geldim.”

Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen
bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun” diye konuştuktan sonra, “Ben
şimdi Resûlullahın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere
sen de gir. Eğer ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem,
papucumu düzeltir gibi bir duvara yönelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin,
yürür gidersin.”

Evden çıktılar. Hz. Ali önde, Ebû Zerr ise onu arkadan
takib ediyordu. Hiçbir anormal durumla karşılaşmadan Hazret-i Resûlullahın
huzuruna vardılar.

Ebû Zerr,“Selâm sana olsun, ey Allah’ın Resûlü” dedi.
Bu türlü selâmı İslâmda ilk veren zât, Ebû Zerr Hazretleridir.

Resûl-i
Ekrem, “Allah’ın rahmeti senin üzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?”
diye sordu.

Ebû Zerr, “Ben, Gıfar Kabilesindenim” diye cevap
verdi.

“Ne zamandan beri buradasın?”

“Üç gün, üç geceden beri
buradayım.”

“Seni kim doyuruyor?”

“Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi.
Şişmanladım bile. Hiç açlık ve susuzluk duymadım.”

Bunun üzerine Resûl-i
Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mübârek, doyurucu bir yiyecektir”
buyurdu.

Sonra Ebû Zerr, “Yâ Resûlallah, bana İslâmı anlat”
dedi.

Resûlullah Efendimiz, İslâmiyeti kendilerine anlatınca, derhal
şehâdet getirerek Müslüman oldu.1

Müslümanlığını ilân etti

Şehâdet
getirerek, İslâmla şerefyâb olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden
bırakmayan Resûlullahın tavsiyesi şu oldu:

“Yâ Ebâ Zerr, sen, şimdilik bu
işi gizli tut! Ve memleketine dön, git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın
zaman gel!”

Vecd ve heyecan mâdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, “Yâ
Resûlallah,” dedi, “seni hak peygamber olarak gönderen Allahü Teâlaya yemin
olsun ki, ben bunu müşriklerin arasında açıkça ilân edeceğim.”

Sonra da
kalkıp doğruca Kâbe’ye koştu ve müşriklere karşı pervasızca, “Ey Kureyş
topluluğu! Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yok ve Muhammed Onun
resûlüdür!” diye haykırdı.

Bu kahramanca haykırış, müşrikleri
hiddetlendirdi. Hep birden üzerine çullandılar ve onu bayıltıncaya kadar
dövdüler. Eğer, henüz o sırada İslâmiyete girmemiş olan Hz. Abbas yetişip, Gıfar
Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de Şâm ticâret yoluna hâkim
bulunduğunu söylemeseydi, onu öldüreceklerdi!

Fakat, îmânın verdiği
cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gün
aynı şekilde ve aynı yerde, yine müşriklere karşı Allah’ın varlık ve birliğini,
Hz. Resûlullahın da Onun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar
müşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve
“Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar Kabilesinden birini mi öldürmek istiyorsunuz?
Onların sizin ticâret yeriniz ve yolunuz üzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?”
diyerek onu müşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden
kurtardı.1

Bu hâdiseden sonra, Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine
davet etmek üzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar da orada
kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazâlarında bulunamadı. Fakat bunlardan
sonraki gazâlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.

* *
*



Habbab bin Eret'in Müslüman Olması

Habbab bin
Eret, Ümmü Anmar adında İslâm düşmanı bir kadının azadlı kölesi idi. Demirci
idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görüşür ve
konuşurdu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü’l-Erkam’a yerleşmediği
bir sırada gelip Müslüman oldu.

O günlerde Müslüman olmak ve hele
Müslümanlığını ilân etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti.
Buna rağmen, Hazret-i Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslâmla
şereflendiğini kahramanca ilân ve izhar etti.

Kureyşli müşrikler,
Müslüman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ümmü Anmar
hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını
dağlattı. Hazret-i Habbab, geçim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye
uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gönlü îmân ateşiyle çoktan tutuşmuştu.

Bir
gün çıkıp Resûlullahın huzuruna geldi. Ümmü Anmar’dan ve başının ızdırabından
şikâyet etti. Peygamber Efendimiz:

“Ya Rab! Habbab’a yardım et!” diye duâ
etti.

Bu duânın hemen akabinde Ümmü Anmar şiddetli bir baş ağrısına
mübtelâ oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını
ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir müddet onun başını
dağladı.

Hz. Habbab ateş alevi içinde

Merhametten mahrum
müşrikler, bir gün Hz. Habbab’ın gözleri önünde kocaman bir ateş yaktılar. Onu
ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla göğsüne bastılar. Bir müddet öyle
bıraktılar.1

Seneler sonraydı… Hz. Ömer, İslâmın halifesi idi. Yanında
Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslâm uğruna çektikleri ezâ ve cefâyı
kastederek:

“Yeryüzünde şu meclise bundan daha layık ve müstehak olan,
sadece bir tek adam vardır,” diye konuştu. Hz. Habbab merak edip, “Yâ
Emire’l-Mü’minîn! Kimdir o?” diye sordu.

Hz. Ömer, “Bilâl’dir” diye cevap
verdi.

Hz. Habbab, “Yâ Emîre’l-Mü’minîn! O benim kadar işkence
çekmemişti. Çünkü, müşriklerin eziyetlerinden Bilâl’i koruyan vardı. Benim ise,
koruyucu hiçbir kimsem yoktu ve olmadı da” dedikten sonra müşrikler tarafından
ateş içine yatırılmasını şöyle anlatmıştı:

“Birgün müşrikler beni
tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin içine beni sırt üstü yatırdılar. Sonra adamın
biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!”

Bu
sözlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını açtı. Ateş yanıklarından sırtı alaca
olmuştu.

Peygamberimize başvurması

Her türlü eziyet ve
işkenceye rağmen Hz. Habbab, îmân ve İslâmiyetinden zerre kadar ta’viz vermiyor,
Allah ve Resûlüne sonsuz muhabbetini izhar etmekten çekinmiyordu.

O, bir
köle idi. Müşriklerle başa çıkacak durumda değildi. Maruz kaldığı ezâ ve
cefâlardan dolayı Resûlullaha başvurmaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu.
Bir gün öyle yaptı. Efendimizin huzuruna çıkarak, “Ya Resûlallah! Çektiğimiz şu
işkencelerden kurtulmamız için Allah’a duâ etmez misin?” dedi.

Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz, hem ibret, hem de müjde dolu şu cevabı verdi:

“Sizden
önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri,
etleri soyulup, kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Testere
ile tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri
çeviremezdi.

Allah, elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır ve bütün
dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar
tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları
hakkında da kurt saldırmasından başka hiç bir endişe duymayacaktır. Fakat siz
acele ediyorsunuz.”1

As bin Vail’e verdiği cevap

Hz.
Habbab’ın azılı müşriklerden As b. Vâil’den mühimce bir alacağı vardı. Birgün
gidip alacağını istedi. Bu azılı müşrik, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan
borcumu ödemeyeceğim” dedi.

Hz. Habbab, “Ben herşeyimden vazgeçerim, yine
de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem”
diye cevap verdi.

Bunun üzerine As bin Vâil, “Ben, öldükten sonra
dirilecek miyim?

Eğer böyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma
ve evlâdıma tekrar kavuştuğum o gün sana olan borcumu öderim”2 diye küstahça
konuştu.

As bin Vâil’in bu sözleri üzerine Cenâb-ı Hak, indirdiği âyet-i
kerimelerde şöyle buyurdu:

“Şimdi şu âyetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve
evlad verilecektir!’ diyen adamı gördün mü?

“O, gayba muttali mi olmuş?
Yoksa Rahmânın huzurunda bir söz mü almış?

“Hayır, öyle değil, biz onun
dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız.

“Ve o
söylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına
gelecektir.”1

Hz. Habbab, her türlü tehlikeyi göze alarak Müslümanlığını
ilân ettiği gibi, çekinmeden yeni Müslümanlara Kur’ân-ı Kerimi okutmak ve
öğretmekle de meşgul olurdu.

Hz. Ömer, elinde yalın kılıç, eniştesi ve
kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakâr Sahabî onlara yeni
inen âyetleri okuyor ve öğretiyordu.Alıntı
NUR_UL HAK
NUR_UL HAK
Üye

Aktiflik :
İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler Left_bar_bleue10 / 99910 / 999İlk Müslümanlar ve Mâruz Kaldıkları İşkenceler Right_bar_bleue


Mesaj Sayısı : 310
Puan : 820
Kayıt tarihi : 06/04/12
Nerden : TÜRKİYE

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz