Kur'an ve Sünnet Işığında Müslüman Hanımlara Özel İslami Forum
بِسۡمِ ٱللهِ ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِيمِ


Essalamu Aleykum ve Rahmetullah ve Berekatu..

Bayan Kardeşlerimize Özel İslami paylaşım Sitemize Hoşgeldiniz..

Hayırlı Paylaşımlarda bulunmanız ve daha kaliteli Hizmetler için lütfen Üye olunuz..



En Nisa Forum ekibi..




Join the forum, it's quick and easy

Kur'an ve Sünnet Işığında Müslüman Hanımlara Özel İslami Forum
بِسۡمِ ٱللهِ ٱلرَّحۡمَـٰنِ ٱلرَّحِيمِ


Essalamu Aleykum ve Rahmetullah ve Berekatu..

Bayan Kardeşlerimize Özel İslami paylaşım Sitemize Hoşgeldiniz..

Hayırlı Paylaşımlarda bulunmanız ve daha kaliteli Hizmetler için lütfen Üye olunuz..



En Nisa Forum ekibi..


Kur'an ve Sünnet Işığında Müslüman Hanımlara Özel İslami Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
En son konular
» Kocası çoğu Zaman Namaz Kılmayan Bir Kadının Kocasıyla Olan Durumu Zinâ Sayılır Mı?
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyC.tesi Nis. 09, 2016 5:48 pm tarafından EN_NİSA

» selamun aleykum
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Eyl. 10, 2015 10:52 am tarafından EN_NİSA

» Soru kandillerde oruç tutuyorum.......?
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPtsi Haz. 15, 2015 1:26 am tarafından EN_NİSA

»  Kadir Gecesinin Fazileti
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyCuma Haz. 12, 2015 5:52 pm tarafından EN_NİSA

» Yolcunun Oruç Tutmamasının Caizliği
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyCuma Haz. 12, 2015 9:13 am tarafından EN_NİSA

» Ölünün Oruç Borcunu Velisinin Kaza Etmesi
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyCuma Haz. 12, 2015 8:52 am tarafından EN_NİSA

» Ramazan Borcunun Kazası
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyCuma Haz. 12, 2015 8:48 am tarafından EN_NİSA

» Oruçlunun Tedavi İçin Hacamat Yaptırması
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyCuma Haz. 12, 2015 8:34 am tarafından EN_NİSA

» Oruçlunun Cünüp Olarak Sabahlaması
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:34 am tarafından EN_NİSA

» Orucu unutarak bozan kimse ne yapmalıdır?
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:25 am tarafından EN_NİSA

» İftarda Acele Etmenin Fazileti
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:16 am tarafından EN_NİSA

» Sahur Yemenin ve Onu Geciktirmenin Fazileti
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:14 am tarafından EN_NİSA

» Oruçlu Ne Zaman İftar Eder
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:10 am tarafından EN_NİSA

» Oruca Ne Zaman Başlanacağı
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 10:05 am tarafından EN_NİSA

»  Ramazan Hilalinin Görülmesiyle Oruca Başlanır Şevval Hilalinin Görülmesiyle Bayram Yapılır
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler EmptyPerş. Haz. 11, 2015 9:59 am tarafından EN_NİSA


Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler

Aşağa gitmek

Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler Empty Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler

Mesaj tarafından NUR_UL HAK Cuma Nis. 27, 2012 11:54 am

Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden
Hâdiseler

Resûl-i Ekrem Efendimizin Pâk Nesebleri


Cenâb-ı
Hak, insanlığın babası Hz. Âdem’i yaratmıştı.

Başını kaldırıp bakan Âdem
(a.s.), Arş-ı A’lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak
edip sordu:

"Ya Rabbi, bu nur nedir?"

Allah Teâla
buyurdu:

"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi
göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer, o olmasaydı, seni
yaratmazdım!"1

İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar
sene sonra gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifâde
buyurmuşlardır.

Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ
Resûlallah," dedi, "bana, Allah’ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler
misin?"

Şu cevabı verdiler:

"Herşeyden evvel senin Peygamberinin
nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi.
O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ,
ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı."2

Semâyı bütün
haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem’in alnında parladı. Sonra
peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim’e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu
Hz. İsmâil’e intikal etti.

Peygamberlerin babası olarak anılan Hz.
İbrahim’in iki oğlu vardı: İshak ve İsmâil (a.s.). O, oğlu İshak’ın neslinden
bir çok peygamberin geleceğini Cenâb-ı Hakkın ilhâmıyla bilmişti. Ancak çok
sevdiği Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmâil’in (a.s.) neslinden peygamber gelip
gelmeyeceği meçhûlü idi. Bununla birlikte âhirzamanda bir büyük peygamberin
gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, son peygamberin çok sevdiği oğlu
İsmâil’in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu.

İlk bânisi Hz. Âdem
olan yeryüzünün ilk ma’bedi Kâbe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle
bir olmuştu. Hz. İbrâhim, bu mukaddes binânın tekrar inşası için Cenâb-ı Haktan
emir aldı ve oğlu İsmâil’le birlikte derhal çalışmaya koyuldu.

Kâbe’nin
inşâsı tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâh-ı İlâhîye açarak şöyle
yalvardılar:

"Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir
peygamber gönder. Ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitabı ve hükümlerini
öğretsin. Onları günâhlardan temizlesin!"1

İşte, Cenâb-ı Hak, yapılan bu
samimi duâyı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmâil’in neslinden peygamberlerin reisi
Hz. Muhammed’i (a.s.m.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği Kâinatın Efendisi,
"Ben, babam İbrâhim’in duâsıyım"2 buyurarak ifâde etmişlerdir.

Hz.
İsmâil’in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının her tarafına
dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden Mudaroğlulları ve onlar içinden
de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabilesi içinde
ise Hâşimîler kolu hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.

Bu gerçeği
de bizzat kendileri şu şekilde ifâde buyururlar:

"Allah,
İbrâhimoğullarından İsmâil’i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını,
Kinâneoğullarından da Kureyş’i, Kureyş’ten de Benî Hâşim’i, Benî Hâşim’den de
beni seçmiştir."1

Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın
Efendisinin yirminci dedesine kadar uzanan neseb silsilesi
şöyledir:

"Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe),
Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr,
Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nizar, Maad,
Adnan."2 İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin
zürriyeti çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve
aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır.

Ancak, ne vakit birinin iki
oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en
şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim
ise, yüzünde parlayan müstesnâ nûrdan bilinirdi.



Yirminci
dededen sonraki neseb çizgisi

Neseb âlimlerince, Peygamber
Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan’ın Hz. İbrâhim’in neslinden olduğu
ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman
mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada kırk batın (göbek) bulunduğunu
belirtirler.3 Buna göre aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok
tasavvur etmek mümkündür.

Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci
dedesi Adnan’dan Hz. İbrâhim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak
basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri Peygamber Efendimizin nesebini
yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmâil’e bağlarlar. Bu, haliyle arada birçok
basamakların atlandığını ortaya koyar.



Adnan’dan Hz. İbrâhim’e
kadar

Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. İbrâhim’e
kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:

Adnan, Udd
(veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah, Ya’rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil
(a.s.), İbrâhim (a.s.)1

Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i
Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem’e (a.s.) kadar götürür.2 Ancak
belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifâk etmiş
değillerdir.

Peygamber Efendimizin meşhur
dedeleri

Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi
emânet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur.
Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın
olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde
olacaktır.



Kusay

Peygamber Efendimizin, asıl ismi
Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin
sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı.

Hz. Âdem’den beri devam edip
gelen nur-u Ahmedîyi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay’a ihsan
edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine
verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay,
büyüyünce Mekke’nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı,
idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir
itimad kazandı. Bu sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa
mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o
yerleştirdi. Mekke’nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı.
Kâbe’nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların
ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi
mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe’nin karşısında ve kapısı Kâbe’ye bakan
ilk ev onun için inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi hükümet binası veya
içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir
parlamento idi. Kusay’ın bu konağı tarihte "Dârü’n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş
ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.

Kusay,
Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı
Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can
dostu haline getirmişti.

Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği
vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr’a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme
reis tâyin ediyorum" dedi.

Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi
yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini
dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük
kardeşi Abd-i Menâf’ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim,
Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.1



Hâşim

Hâşim,
Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.

Mekke’nin ileri
gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı. Peygamberimizin doğum vakti
yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette
parlıyordu. Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.

Son
derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam’dan
getirdiği has buğday unundan bem beyaz ekmekler yaptırmış, bir çok develer ve
koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve etsuyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük
bir ziyafet çekmişti.

Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli,
cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin
sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i
Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra
"Haşimîler" denilmiştir.

Hâşim’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe
(Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.1

Hâşim’in nesli erkek
çocuklarından Şeybe ile Esed’den devam etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem
Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise Hz. Ali’nin annesi Fâtıma’nın
dayısıdır.

Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet
bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek
çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.2



Şeybe
(Abdülmuttalib)

Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir.
Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib
onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.

Bu
lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:

Şeybe küçüklüğünde Medine’de
dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla
Medine’de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında
parlayan Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu.
Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada
toplanmış bulunuyordu.

Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına
yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip
yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes
hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç
ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:

"Ben, Hâşim’in oğluyum. Ben,
(Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."

Seyre gelen
büyükler Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Harîs bin Abd-i
Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim’in oğlu
olduğunu öğrendi. Mekke’ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib’e anlattı
ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru
olmayacağını belirtti.

Muttalib bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı.
Şeybe’yi alarak Mekke’ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke
sokaklarına girerken sordular:

"Bu çocuk kim?"

Göz değmesinden
korkan Muttalib’in ağzından, "Kölemdir" sözü çıktı.

Evine gelince karısı
Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir"
oldu.

Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke
sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve
sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib’in kölesi)" diye cevap
veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o
günden sonra "Abdü’l-Muttalib" (Muttalib’in kölesi) olarak
kaldı.1

Abdülmuttalib’in rüyâsı

Aradan yıllar geçti.
Alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş’in reğisliği makamına
getirip oturttu.

Sıcak bir yaz günü idi. Kâbe’nin yanındaki Hıcr
mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât
kendisine şöyle seslendi:

"Kalk, Tayyibe’yi kaz!"

Sordu: "Tayyibe
nedir?"

Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp
gitti.

Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti?
Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün
geceyi geçirdi.

Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam
tekrar göründü ve seslendi:

"Kalk, Berre’yi kaz."

Rüyâsında
şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:

"Berre nedir?"

Adam yine
hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.

Abdülmuttalib derin uykudan
daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü
mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde
geçirdi.

Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek
kendisine, "Kalk," dedi. "Mednûne’yi kaz."

Derin uykuda, Abdülmuttalib,
adama "Mednûne nedir?" diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp
gitti.

Abdülmuttalib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün
üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığını elbette biliyordu. Ama mânâsını
anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.

Dördüncü gün yine aynı
yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer
şöyle seslendi:

"Zemzem’i kaz!"

Abdülmuttalib, "Zemzem nedir,
nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:

"Zemzem bir sudur ki,
hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O,
Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü
yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca
yuvası da vardır."1

Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de
katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem
kuyusundan defâlarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse
bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken,
Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de
toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem’in
ismi var, kendisi yoktu.

Abdülmuttalib, artık Zemzem’in yerini bulup
kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında
kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü
ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru
yükseldiğini gördü.

Abdülmuttalib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden
beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine
erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi
başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi
gün bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya
başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar
taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi,
heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da, inanmasa da
görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü
Ekber!"



Abdülmuttalib ve Kureyş ileri
gelenleri

Abdülmuttalib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen
Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine
haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve
Abdülmuttalib’e, "Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil’in kuyusudur. Onda bizim
de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et" dediler.

Abdülmuttalib, "Hayır,
yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana
verilmiştir."

Abdülmuttalib’in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin
hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:

"Sen yalnız
bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da
bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdülmuttalib’in âdetâ
içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan
fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde
sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve
kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?"

Muhatabından hiçbir cevap
gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru
çevirdi ve, "Yemin ederim ki," dedi. "Allah bana on erkek çocuk verirse,
bunlardan birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim."1

Abdülmuttalib’in
bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir
adaktı.



Şam’a gidiş

Hâdisenin burada sona
ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nazikti. Böyle hâdiseler yüzünden
aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı
işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif
etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tesbit ettiler: Şam’da oturan Sa’d bin
Hüzeym.

Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş
kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yola çıktı. Ne var ki,
henüz Şam’a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve
yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en
büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib’in
müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter" diyerek red
cevabı verdiler.

Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike
ile karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl
ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan
farksızdı.



Abdülmuttalib’in su aramaya
çıkması

Fakat herşeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı.
İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa
kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir ayağının dibinde
pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da
sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla
suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su
vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.

Abdülmuttalib ve
arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler, hem de hayvanlarına
içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve
seslendi:

"Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem
de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin."

Kureyşliler mahcup
mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar.
Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular.

Kureyşliler,
Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer
içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib’e
dönerek, "Ey Abdülmuttalib," dediler. "Artık sana diyecek bir sözümüz yok.
Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi,
Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de
gerek görmüyoruz."

Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep
beraber döndüler.1

Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte
kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya
çıkardı.



Kıymetli mallar için kur’a çektiler

Zemzem
kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik
heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha
önce Abdülmuttalib’e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları
görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib’in başına
dikildiler.

"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber
ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var."

Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib
önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok" diyerek isteklerini
reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu.

"Ben yine de
size yumuşak davranayım. Aramızda kur’a çekelim."

Bundan memnun olan
Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur’ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye
sordular.

Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü
anlattı:

"İki kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin
için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum
kalır."

Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler
sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler:

"Doğrusu,"
dediler. "Pek insaflı davrandın."

Kâbe’nin içinde Hübel putunun yanına
vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda
hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe’ye,
kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib’e düştü.1 Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama
artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece
kapandı.

Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten
sonra, bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe’yi altınla süsleyenlerden
oldu.

Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib’in yaşı kemâl
yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek
çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va’dini hatırladı:
Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de
birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha
başkaydı.

Abdullah, Abdülmuttalib’in on erkek çocuğundan sekizincisi
idi.1 Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez
babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne
harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti. Ama hiç kimse bu
güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında
değildi.



Abdülmuttalib’in oğullarıyla
konuşması

Oğullarının 10’u da büyümüştü.

Va’dini unutmayan
Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak,
içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı
oldular. Sonra da babalarına sordular:

"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin
kurban edileceğini nasıl tesbit edelim?"

Abdülmuttalib böyle bir durumda
nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok
alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

İtâatkâr
çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından
bir ok çekti. Üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları
toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği
anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o
kurban edilecekti.



Kur’a çekilişi

Kâbe’nin yanına
varan Abdülmuttalib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah’a
verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı.
On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın,
ciğerinden bir parça kopacaktı.

Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki
ismi titrek bir sesle okudu:

"Ab-dul-lah!"

Şefkatli baba,
duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve
okudu: "Abdullah."

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında
hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an
"Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözünü
hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir
halde yüzünü Abdullah’a çevirdi ve şöyle dedi:

"Oğlum Abdullah! Allah,
kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana
ihsan etti."

Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine
soruyordu: "Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban
edilecek?"

Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus
dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu
Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına
götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmâil’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en
ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.

Abdülmuttalib’in bir
elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için
herşey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu.
İçlerinden biri seslendi:

"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak
istiyorsun?"

Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap
verdi:

"Onu kurban edeceğim!"

Bu cevap, kalabalık arasında hayret
ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:

"Ey
Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke’nin büyüğüsün; böyle
yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse,
bizim de soyumuz kesilmez mi?"

Bütün kalabalık Abdülmuttalib’in
aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da… Lehinde olan tek şey, çelikten
iradesi idi. Allah’ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi.
Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban
etmemek ona karşı nankörlük olurdu.

Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah
bin Mugîre ortaya atıldı ve, "Ey Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir
mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün
malımızı vermeye hazırız!"

Abdülmuttalib’in duyguları, şefkati, merhameti
de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten
iradesi bir türlü gevşemiyordu.

Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının
netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

"Ey
Abdülmuttalib! Abdullah’ı al, Şam’a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin
bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider.
Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah
boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de
üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."1

Bu
fikir Abdülmuttalib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru
yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler.
Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib
durumu olduğu gibi anlattı.

Kadın sordu: "Sizde bir insanın diyeti
nedir?"

Abdülmuttalib, "On deve" dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın,
"Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün.
Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok
çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer
ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha
ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok
develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı
etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz"
dedi.2

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak
gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke halkı
da bu habere son derece sevindi.



Kur’a
neticesi

Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik
oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine
Abdullah ile on deve arasında kur’a çekilecekti.

Abdülmuttalib sevinç
içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah’a çıktı. Develerin sayısını
yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi. Develer
otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine
Abdullah’a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu.
Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu. Sanki
başka bir âlemden emir alır gibiydi.

Abdülmuttalib hayret ve heyecan
içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de
geri durmuyordu.

Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok
çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere
çıkmıştı.

Herkes gibi Abdülmuttalib’in de gözleri sevinçle parladı.
Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike
imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

"Vallahi, üst üste üç defa daha ok
çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."

Çekiliş üç defa daha
tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de
ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!"
diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban
edilmekten kurtuldu.

Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son
derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan
yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen
develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da
kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar. O günden
itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak
kabul edilme âdeti benimsendi.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi
bırakmıştır.2



Hz. Abdullah’ın iffeti

Aynı gündü…
Herkes neticeden memnun kur’a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de sevgili
oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’nin yanından geçerlerken, babasından bir
hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın,
Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan Vara bin Nevfel’in
kızkardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş,
o kitaplarda ahirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti.
İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede görmediği müstesna
parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu sıfatlarla münasebet kurdu. Bu şerefi
başkasına kaptırmamak için de güzelliğini, iffetini unutarak Abdullah’ın yanına
yaklaştı ve şöyle fısıldadı:

"Delikanlı, biraz dursana."

Abdullah
durdu.

Kadın, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.

Yüzünde parlayan
nurun masumiyeti içinde, Abdullah, "Babamla gidiyoruz" diye cevap
verdi.

Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını
açıkladı. Hz. Abdullah’a gayr-ı meşrû ilişki teklif etti.

Abdullah’ın
yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek
aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi. Fakat, Rukiyye ona sahip olmak
istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle cazip hale getirdi:

"Eğer benimle
beraber olmayı kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim
var, onların hepsini sana veririm" dedi.

Abdullah bu cazip teklife de
iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:

"Haram öyle acıdır
ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır. Helâl ise çok tatlıdır.

"Ey
kadın, sen git açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar namuslarını
ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl
teşebbüs ve cesaret edebilirler?"1

Bu asil cevabından sonra da, güzel
Rukiyye’nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna devam
etti.

Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke
sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak bir arzu
ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları hayranlık şöyle
dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:

"Ne oldu, sana? Halin
değişmiş."

Rukiyye, "O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nûr
karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum" diye cevap
verdi.

Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü,
Kâinatın Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal
etmişti. Aslında Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi.
Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu
delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki
parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak Teâlânın ona âhir zaman peygamberinin
babası olmak gibi, şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak
edemeden.



Hz. Abdullah’ın Hz. Âmine ile
evlenmesi

Hz. Abdullah, gün geçtikçe, gönülleri etrafında pervane
gibi döndürüyordu. Fakat, o dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet
ve namusunu ter temiz koruyordu.

Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına
geldiğini gören Abdülmuttalib, bir an evvel onu mes’ud bir yuvaya kavuşturmak
istiyordu. Ancak, ona her yönüyle denk birini bulmak
gerekiyordu.

Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre
kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın yanına vararak, kızı Âmine’yi oğlu
Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı.
Sonra da şöyle konuştu:

"Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık.
Âmine’nin annesi, geçenlerde bir rüyâ görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir
nur girmiş. Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz
İbrahim’i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın
Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri
bu rüyânın tesiri altındaydım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime
sorup duruyordum."

Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden, "Allahü
ekber, Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdi.

Vehb’in kızı Âmine hem
güzellik, hem ahlâk, hem de nesep itibariyle Kureyş kızları arasında en yüksek
mevkie sahipti. Her hususta Abdullah’a denkti ve henüz 14 yaşlarında
bulunuyordu. Abdullah ise bu sırada 24 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün
yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes’ud âile yuvası
kuruldu.1

Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok
kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz.
Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hazret-i Âmine, Kâinatın
Efendisine hamile idi.



Hz. Abdullah’ın
vefatı

Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu. Hazret-i Abdullah bir
ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti. Gidiş o gidiş oldu. Hz. Abdullah
bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında
Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi vardı.

Hz. Abdullah, ticaret
yolculuğundan dönüşte, Medine’de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına
bırakmışlardı. Bu haberi alan Abdülmuttalib derhal oğlu Hâris’i Medine’ye
gönderdi. Hâris, Medine’ye varıncaya kadar herşey olup bitmişti. Hz. Abdullah,
Kâinatın Efendisi oğlunun yüzünü bir kerecik olsun görmeden ebedî âleme göç
etmişti ve orada Adiyy bin Neccaroğullarından Nabiğa’nın evinin avlusuna
defnedilmişti.

Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda
mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen
ölümün, Abdullah’ı bu genç yaşta, beklenmedik bir zamanda sinesine alışı,
Abdülmuttalib âilesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla
onların teessürüne iştirak etti. Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin
teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi
erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı: ağladı, ağladı, ağladı… O
ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nur ile silecek ve
acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise, iki ay gibi kısa bir zaman
kalmıştı.

Hazret-i Âmine hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları
arasında şiirinde şöyle dile getirdi:

"Artık, Mekke’nin Bethâ kolu
Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğullarının şânından mahrum kalacak
artık.

"Ölüm dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp,
kabre gitti.

"Ölümün (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar
arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup, boşluğunu dolduramaz.

"Dostları
onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.

"Ne
yazık ki, ecel hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Halbuki, o,
ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri
idi."1



Hz. Abdullah’ın bıraktığı miras

Hz.
Abdullah, yeni evliydi. İstikbalini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya
gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddi plânda geride son derece mütevazi bir miras
bıraktı: Ümmü Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş
deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para.2

Fakat geriye
Allah’ın lütfuyla iki cihanın güneşi olacak hayırlı bir evlâd bıraktı. Nuruyla
âlemi aydıntalacak bir zat: Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed
(a.s.m.).

Fil Vak’ası

Hidâyet Güneşinin doğmasına az bir
zaman kalmıştı. Kâbe’ye her taraftan insanlar akın akın gelip hac mevsiminde
ziyâret ediyorlardı. Kâbenin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım
kimseler hazmedemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş
Melikinin Yemen valisi Ebrehe Eşrem idi.

Ebrehe, Kâbe’ye olan insan
akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San’a şehrinde
Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve
gümüşle süsledi. Dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli
taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir
yerde yoktu.

Bu süs ve tezyînat ile, Ebrehe, güyâ halkı buraya
celbedecekti. Dolayısıyla Kâbe’ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca
kırmış olacaktı. Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş hükümdarına
takdirini kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı:

"Hükümdarım, senin için
öyle bir mabed yaptırdım ki, şimdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem onun
gibisini yapmış değildir. Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla
durmayacağım."1

Fakat Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa
çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek
için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü, püsünü görmek için. Kâbe’ye
olan akın, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam
ediyordu.



Kulleys’in kirletilmesi ve Ebrehe’nin
kararı

Ebrehe’nin, Kâbe’ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem
bir kilise yaptırdığı Araplarca da duyulmuştu. Bu arada Kinane kabilesinden
Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek
Kulleys’in içini, dışını pisliğiyle kirletti. Sonra da kaçıp memleketine döndü.
Bu hâdise, insanların Kâbe’ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla
öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden çıkardı. Hâdiseyi Araplardan
birinin yaptığını da öğrenince, "Araplar bunu Kâbe’lerinden yüz çevirttiğim için
yapıyorlar. Ben de onların Kâbe’sinde taş üstünde taş bırakmayacağım" diye yemin
etti.1

Sonra da Kâbe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye
hazırlandı. Habeş Necaşîsinden "Mahmud" adındaki meşhur fili istedi. Necaşî, o
sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan "Mahmut" isimli fili, Ebrehe’ye
göndererek arzusunu yerine getirdi.2

Ebrehe ordusunu hazırladı. Mekke’ye
doğru yola çıktı. Mahmud adlı fil ile ordunun önünde Mekke’ye doğru ilerliyordu.
Bu arada bazı Arap kabileleri bu büyük orduya karşı çıktılar. Fakat muvaffakiyet
gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûp edildiler.

Ebrehe, ordusuyla,
Mekke’ye yakın Muğammis denilen mevkie gelince, bir süvari birliğini öncü olarak
gönderdi. Süvari birliği Mekke civarına kadar sokularak, Resûl-i Ekrem
Efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in iki yüz devesi de dahil, Kureyş ve
Tihâmelilerin sürülerini gasbetti.3 Bu sırada, Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin
reisi idi.



Ebrehe ve Abdülmuttalib

Ebrehe, bir elçi
ile Kureyşlilere şu haberi gönderdi:

"Ben sizinle harbetmek için değil,
şu mâbedi yıkmak için geldim. Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan
vazgeçerim. Şâyet, Kureyş kabilesinin reisi benimle harb etmek istemiyorsa,
yanıma kadar gelsin."4

Kureyş Reisi Abdülmuttalib’in elçiye cevabı şu
oldu:

"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisi ile harb etmek
istemiyoruz. Zaten buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed Allah’ın evidir. Onu
yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse,
bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vaz geçirecek güç ve kuvvet
yoktur."1

Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdülmuttalib, elçi ile birlikte
Ebrehe’nin yanına vardı. Abdülmuttalib heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu
haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayr-i ihtiyarî bir hürmet hissi
duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne
olduğunu sordu.

Abdülmuttalib isteğini belirtti:

"Askerlerin, iki
yüz devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir."

Ebrehe, bundan pek
hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, "Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim.
Konuşmaya başlayınca pek de öyle olmadığını anladım. Ben senin ve atalarının
tapınağı olan Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da, aldığım
iki yüz deveden bahsediyorsun" diye konuştu.

Abdülmuttalib, Ebrehe’nin
alaylı tavrına aldırmadan, "Ben develerimin sahibiyim. Kâbe’nin de bir sahibi ve
koruyucu vardır. Elbette onu koruyacaktır" diye karşılık verdi.

Bu sözler
Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:

"Onu bana karşı kimse
koruyamaz!"

Abdülmuttalib yine sözün altında kalmadı ve, "Orası beni
ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!"2 dedi.

Karşılıklı bu konuşmalardan
sonra, Ebrehe, Abdülmuttalib’in gasbedilen develerini geri verdi. Abdülmuttalib
ordugâhı terk ederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı.
Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere işâretleyerek serbest
bıraktı.

Mekke boşaltılıyor

Abdülmuttalib, ayrıca Ebrehe
ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke’yi boşaltmalarını halka
tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe’nin yanına vardı ve
kapının halkasına yapışarak, "Allah’ım! Bir kul dahi evini, barkını korur. Sen
de kendi evini koru. Tâ ki, yarın onların salîpleri ve kuvvetleri senin
kuvvetine galebe çalmasın"1 diye dua etti.

Mekke boşaltıldı. Halk, dağ
başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye
koyuldu. Mekke mahzûn, Kâbe mahzûn, Kureyş mahzûndu.

Ordu harekete hazır,
fakat…

Ertesi günün sabahı idi. Mekke üzerine yürüyüp, Kâbe’yi yerle bir
etmek için Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu bir tek işâret beklemekte
idi.

Tarih, Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü…

Ordu hareket
edeceği sırada, Ebrehe’ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan Nüfeyl bin
Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud’un kulağına eğilerek şunları
fısıldadı:

"Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah’ın
mukaddes saydığı beldedesin!"2

Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak
bir dağa sığındı.

Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birden
bire çöküverdi. Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak
olamadılar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam’a doğru
çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde
durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke’ye doğru çevirdiklerinde, âdetâ
bacaklarındaki kuvvet birden bire çekiliveriyor ve Mahmud
çöküveriyordu.1

Bu heyecanlı anda, kimsenin fil-i Mahmud’un bu hareketine
akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hak, celâl ile tecellî etti ve
Kur’ân’da "Ebabîl" diye adlandırılan kuşları deniz tarafından Ebrehe ordusunun
üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların herbiri, biri ağzında,
ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer
taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, anında yerde debelenip,
ölüveriyordu.2

Taş yağmuru ile karşı karşıya kalan askerler şaşırıp
kaldılar. Bir anda karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu.
Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda
canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarası ile
sonradan o da arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.3

Bu arada, Kâbe
üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adındaki fil de sağ
kurtuldu.

Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebabîl kuşlarını musallat ettikten
sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe
ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.4

Yüce Rabbimiz,
Kur’ân-ı Kerîminde bu hâdiseyi bize şöyle haber verir:

"Rabbinin fil
sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?

"Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı
mı?

"Üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderdi.

"Onlara ateşte
pişirilmiş taşlar attılar.

"Rabbin onları yenilmiş ekin çöplerine
çevirdi."1

Bu hâdise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğinin bir
delili idi.2 Zira dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş
ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama harika ve
gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masûn kalmıştır.

Evet,
Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu hürmetine bu
muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de.Alıntı
NUR_UL HAK
NUR_UL HAK
Üye

Aktiflik :
Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler Left_bar_bleue10 / 99910 / 999Peygamber Efendimizin Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler Right_bar_bleue


Mesaj Sayısı : 310
Puan : 820
Kayıt tarihi : 06/04/12
Nerden : TÜRKİYE

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz